Yuvasından edilmiş kuş: Diaspora, sanatçının eserinde yankılanıyor
Yaşadığı topraklardan, evinden, yuvasından, yurdundan… göç etmek zorunda olan her birey, ardında
sadece fiziksel bir yeri bırakmaz. Bu insanlar, köklerinden, anılarından ve kimliklerinden bir parçayı
bırakanlardır. Hayat, o hüzün dolu kalplerin, ruhunu harekete geçirir.
Göçmen sanatçıların işledikleri eserlerde bizi karşılayan duygulardan biri, derin bir kayıptır. “Kimliğin
tam da yıkıldığı yerde yeniden yaratıldığını” dile getiren sanat tarihçisi Edward Said’in bu sözü,
sürgündeki bir bireyin kendini nasıl tanımladığını ortaya koyar niteliktedir. Kelimeleri söylemesi
kolaydır çoğu zaman bir çırpıda çıkıverir ağızdan ama ağırlığını hissederek okuyacak olursak; evinden
sürgün edilmiş sanatçılar, hem kaybettiklerine ağıt yakar hem de yitirdikleri aidiyet duygusunu
eserleri ile yeniden inşa eder.
Edward Said, Reflections on Exile adlı eserinde, göçmen ya da sürgündeki sanatçının, kendi benliğini
yeniden yaratırken; ‘köklerinden kopmuş’ olmanın meydan getirdiği acı ve belirsizlikten beslendiğine
işaret eder. Sürgündeki bireyin kimliği, sürekli değişen ve yerleşemeyen bir yapının izlerini taşır. Said,
‘yerleşememe’ hissini, geçmişe ve köklere duyulan özlem duygusuyla yoğurarak; eserlerinde yeniden
tanımlayan bir düşünürdür aynı zamanda. Meydana gelen bu süreç esnasında arada kalan sanatçı,
yaratıcılığını bu yerleşememe hissinden alır ve kendisine yeni bir kimlik oluşturur.
Peki bu arada kalmışlık hissi, göçmen bir sanatçıda neleri meydana getirir? The Location of Culture
adlı eserinde bu konuya değinen Homi K. Bhabha, bu hissi; kültürel karmaşa ve hibrit kimlik
kavramlarıyla tanımlar. Bhabha, göçmen bir insanın geride bıraktığı kültüre veya içinde bulunduğu
yeni yerin kültürüne tamamen uyum sağlayamayacağını savunur. O’na göre sanatçı, yaşadığı kültürel
belirsizlik ve kimliklerin birbirine karışması durumunu, eserlerine içsel gerilim olarak yansıtır. Bhabha,
böylece sanatçının geçmişiyle yüzleştiğini; ayrıyeten kendisini ifade ederken yeni biçimler
geliştirdiğini savunur.
Her iki düşünürün de söylediklerini, tek bir bağlam üzerinde toparlayacak olursak; göçmen sanatçı,
insan olmanın getirdiği haklı bir isyanla sürekli kimlik krizi ve aidiyet arayışı içinde olması mümkün
olandır. Edward Said ve Homi K. Bhabha’ya göre bu kriz, fırsata dönüştürülebilen yaratıcı bir fırsattır.
Sanatçı, bu bölünmüşlükten beslenir ve bu çatışmayı ‘kendine ait’ olanı aradığı bir yaratım sürecine
dönüştürür. Hibrit kimlik savından beslenmeyi seçen göçmen sanatçı, kendisine yerli ve yabancı
olmak üzere ikili bir kimlik var eder. Sahi bu, insanı bir yerlerde kimliksiz yapmaz mı?
“Hiçbir yerle tam anlamıyla bağ kuramıyorsanız, her yere aitsinizdir” diyen James Baldwin, bize ne
anlatmak istiyor dersiniz? Bahsi geçen söylem, sadece göçmenler ile alakalı değil bence ama yine de
sürgün edilen veya göç eden insanlarla bağdaşlaştırıldığı zaman, sürekli bir özlem ve arayış içinde
olabilecekleri sonucu çok aşikâr. Ait olmak ile aidiyet arasındaki farkın, çok net ve keskin olmasına
bağlı bir durum bence bu.
Yazılarında ev ve köksüzlük kavramlarında sıkça bahseden Baldwin’e göre diasporanın, ikililiği temsil
ettiğini söylesek yanlış olmaz. Kendisi de göçmen olan sanatçı, diasporayı hem bir ait olamama hem
de her yere ait olma hâli olarak tanımlıyor çünkü.
Evinden, yurdundan, ait olduğuna inandığı yerden sürgün edilen her birey ve sanatçının ortaya
koyduğu varoluş mücadelesini saygıyla selamlıyorum. Bir hiç olduğumuz dünyanın asıl galipleri
onlardır belki de.
Kendi evini inşa eden güçlü ruhlar…
תגובות